3 Mayıs, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 1993 yılında aldığı karar ile tüm dünyada Dünya Basın Özgürlüğü Günü olarak kutlanmaktadır. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ülkemiz özelinde Anayasamız ile basın özgürlüğü güvence altına alınmıştır.
Ancak Anayasadaki hükmü yanlış anlayıp, basın özgürlüğünü, ‘iktidar borazanına üflemek’ şeklinde anlayan türediler, maalesef Türk Medyasının köşe başlarına yerleştirildi ve 'Basın özgürlüğü' kavramı mumla aranır hale getirildi.
Günümüzde nasıl ki hakim sınıflar, “Demokrasi iyidir, ama reis başta olursa’, anlayışını hakim kıldılarsa ülke geneline, “Basın Hürdür, sansür edilemez” ilkesini de, “Basın hürdür, reisi eleştirmediği sürece” anlayışına dönüştürdüler.
Buna rağmen, gazetecilik mesleğini ‘Evrensel doğrular’ ekseninde yapmaya çalışan, namuslu, temiz kalemler sokak ortasında yıkılıp dövülüyor, sabahın kör karanlığında evleri basılarak sudan sebeplerle taciz edilip gözaltına alınıyor.
Ülkenin Cumhurbaşkanının, bakanlarının hedef gösterdiği kesim haline geldi, getirildi, namuslu ve özgür kalemler.
O nedenle her özel günde olduğu gibi, 3 Mayıs’ta da ‘Selam olsun hür kalmış kalemlere, selam olsun ülkemin prangaya vurulmuş aydınlık beyinlerine” demek ve bir özeleştiri yapmak istiyorum.
Anayasanın açık hükmüdür.
Seçim dönemlerinde, basın yayın organlarının her siyasi anlayışa, bir önceki seçimde aldığı kamuoyu desteği oranında da olsa, sayfalarda, ekranlarda yer verilmesi zorunluluğu.
Devletin TRT’sinin son bir ay içerisinde, Cumhurbaşkanı adaylarına ayırdığı zamanla ilgili bir araştırma yapım.
Cumhur İttifakı, TRT Haber'de toplamda 59 saat 11 dakika 6 saniye canlı yayında kaldı. Buna karşın, Millet İttifakı'nın cumhurbaşkanı adayı ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na, TRT Haber'in bir ayda ayırdığı süre ise yalnızca 32 dakika 23 saniye.
Yerele bakalım isterseniz bir de.
Bazı yerel yayın kurumları iktidar tarafından rezerv edildi, muhalefet adaylarının ziyaret talepleri bile kabul edilmiyor.
Bazı yerel yayın kurumları ise, ekranda kalma bedelini peşin ödeyen adayları kırmızı halı ile karşılarken, diğer partiler ve adaylarına kapalı,
Basın Kurumlarının tepesinde oluşturulan ‘Basın İlan Kurumu’ iktidar borazanlarına milyonluk ilanlar, mesleğini evrensel ilkeler çerçevesinde yapanlara ise ceza, susturma kurumuna dönüştürüldü.
RTÜK’ün başında tek kelimeyle ‘Ayaklı Giyotin’ olarak tanımlanacak adamlar oturtulmuş, tek kaygısı halkı doğru bilgilerle donatmak olan yayın kurumlarının, ilan gelirlerinin ortağı haline gelmiş, sık sık ekranlarını karartıyor.
İşte böylesi bir dönemde yaşıyoruz, 3 Mayıs Dünya Basın özgürlüğü gününü.
11 gün sonra yeniden oluşacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ivedi görevlerinden birinin, hiç değilse 80 önce anayasada öngörülen basın özgürlüğüne dair hükümleri yeniden hayata geçirecek düzenlemeler yapması tek temennimdir.
Basın ve yayın kurumları, iktidar kaynaklarınca esir alınmış bir ülkede, halkın seçimlerde hür iradesi ile tercih yapmasını beklemek saflıktır.
Unutmayalım, Hitler’in iktidarda kaldığı yıllarda görev yapan onlarca bakan ve bürokratın hiç birini, hiç birimiz bu gün hatırlamaz.
Ama, Goebbels ‘İktidarda kalma ilkeleri’ sakat demokrasilerde liderlerin uyguladığı temel ilkeler olarak hep var olmuştur.
Gerçek Demokrasilerde Yürütme Yasamaya karşı, Yasama Yargıya karşı sorumludur.
Ama Yargı, kendi üst kurumlarına karşı sorumlu kılınmıştır.
Basın ise sadece ve sadece o ülkenin insanlarına karşı sorumludur ve gerçek demokrasilerde 4. Kuvvet olarak yerini alır.
Maalesef bu günün Türkiye’sinde ve bu melez rejimde ise Basın da, Yasama da, Yürütme de, Yargı da, çift şapkalı bir tek adama karşı sorumlu kılınmaktadır.
Ama lafa gelince ülkede demokrasinin en geniş standartlarının varolduğu yalanı insafsızca anlatılmakta, millet inandırılmak istenmektedir.
3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü günü, yaşadığı baskıya, işsiz bırakılmasına, şiddet görmesine rağmen mesleğinin ilkelerinden ödün vermeyen tüm meslektaşlarıma ‘Özgürlük’ getirmesi umuduyla.